“Kaybolmadan, kendini bulamazsın!” – John Green

Kabul ediyorum, seyahatlarde etkileyici bir şey gördüğümde yanımda onu paylaşacak birilerinin olması o anı daha unutulmaz kılabiliyor. Selfie çekip dünyanın başka bir köşesindeki takipçilerle paylaşmak değil; anın büyüsünü sizinle deneyimleyecek, o kokuyu sizinle beraber ciğerlerine çekebilecek birilerine işaret edip, ‘Bak!’ diyebilmek.

Yalnız seyahat etmenin tadı ve size sunduğu deneyimler ise çok başka.. Bu yüzden yola bir ekip olarak çıkılmış olsa da, her seyahatin kendimle başbaşa geçirdiğim bir kaç saati olmasına özen gösteriyorum. Bu saatlerde de bana eşlik eden başka şeyler oluyor. Mevsimine göre sıcacık dumanı tüten bir kahve, külahta – erime hızıyla yarıştığım- kocaman bir dondurma ya da sokak arasındaki küçücük pastaneye girip beden diliyle bir kese kağıdına koymalarını rica ettiğim küçük tatlı atıştırmalıklar…

Konuya böyle girince, yıllar önce Kopenhag sokaklarında kendime ayırdığım bir kaç saati hatırlıyorum. Dar bir sokaktan geniş bir meydana doğru sağa dönüyorum. Karşıdan yanında bisikletini sürükleyen, koyu tenli, rastalı, Bob Marley beresi takan bir adam geliyor. Adamla göz göze geliyoruz. Tam karşıma geçip duruyor ve selam veriyor. Beni biraz önce kilisede gördüğünü söylüyor; fazla kalmamışım, çabuk ayrılmışım.

Bahsettiği kilise Kopenhag’da çok merkezi bir noktada, bembeyaz kocaman bir yapı. Hani şu bilhassa, içine girince kendinizi küçücük hissetmeniz için yapılmış binalardan. Biz seyahat ederken o hissi zaten yaşıyoruz, Sinyorita! İçinin sade beyazlığıyla daha bir görkemli görünmeyi başaran kilisenin bugün aklımda kalmayı başaran asıl özelliği ise şu: mihrabı çevreleyen minderlere yayılıp sessizce gözlerini kapatmış ya da etrafı izleyen; bazısı sırt çantalı gezgin, bazısı hippi görünüşlü gençler.

Ona, fazla vaktimin olmadığını, tek başıma şehri keşfetmek için bir kaç saatimin olduğunu söylüyorum. Nereden geldiğimi, neler yaptığımı soruyor ve kendisinin nereli olduğunu tahmin etmemi istiyor. O, tek bir ülkeye ait değil; başındaki bereyi gösterip: Afrika, diyor. Daha sonra falıma bakmak istediğini söyleyip elimi uzatmamı rica ediyor. Falımda neler çıktığını anlatmama gerek yok; şunu bilin yeter: Geleceğimle ilgili yaptığı tahminlerden gerçekleşenler ve gerçekleşmekte olanlar beni hala heyecanlandırıyor!

Sohbetimizin sonunda, akşam arkadaşlarıyla Christiania’da ‘tüttüreceklerini’ söyleyip beni oraya davet ediyor. Christiania’ya daha önce gittiğimden, adamın neden bahsettiğini gayet iyi anlıyorum. Kopenhag gibi düzenli ve modern bir şehrin ortasında bir anda kendinizi içinde bulduğunuz bu hippi mahallesi, insana tam anlamıyla tavşan deliğinden düşmüş Alice hissi yaşatıyor!

Yollara düştüğünüzde gittiğiniz yer ve oradaki insanların hepsinden önce kendinizi tanımaya başlıyorsunuz. Kimbilir sizin tavşan deliğiniz nerelerdedir?

Fotoğraflar: Fatih Kahramanoğlu